Salı, Şubat 28, 2006

E-Book (Türkçe) |Rama|

Arthur Clarke'ın Rama serisinin ilk kitabı. Bilim kurguya ilk başlayanlar için ideal. Başlamış olanlar zaten bilirler. Güzel Kitap tavsiye ederim.

Yüklenilen Dosya: rama.rar

elektrik kesintisi metaforları

elektrik. aslına hepimiz artık benimsemiş durumdayız nasıl tersi olsun ki zaten. hayatımızın 24 saatinde kullanıyoruz. uyurken bile bazı manyak arkadaşlar bilgisayarını açık bırakıp download tamamlıyorlar (tamam ben de). ama geçen 2 gün içerisinde fark ettim ki aslında hayatımızdan çok şey götürüyor elektrik.
geçen 2 günde derse gidebildim. sevgilime zaman ayırabildim. arkadaşlarımla buluştum. yeni insanlarla tanıştım. ve bunların hiçbirini yaparken elektriğe ihtiyaç duymadım. hatta farkettim ki bunları yapabilmemi sağlayan şey elektriğin olmayışı. elektrik yokken benden bişey götürdü mü? kitap okurken gözlerimin normalden biraz fazla yorulması dışında hayır. ama kazandığım çok şey oldu.
sevgiliyle geçirilen zaman. onun sana bakışı. sadece ona özgü olan o kokuyu burun deliklerine çekmek. onu yanında hissetmek. onun gözlerinde kendini görmek. ve merak etmek.
dostlar. dünyaya gösterdiğin yüzün. seni tanımlayan kendilerinin seninle tanımlanmasına izin veren kişiler. herşeyden uzak bu yerde seni destekleyecek yegane insanlar. hep yanında olmak isteyecek senden de en az onu bekleyen en az senin kadar ihtiyaç duyan insanlar. ve onlarla paylaşmak. hayatı.
her yeni insan. ne kadar iyi olsun ne kadar kötü olsun bir olasılık getirir hayata. yeni bir parıltı. yeni bir umut yeni bir keder yeni bir sevinç yeni bir üzüntü yani yeni bir hayat. hayat içinde. bundan daha güzel bir hediye verebilirmi hiç kimse size?
eğer hayatımda her gunumun su iki gun gibi geçeceğini bilseydim elektrikten vazgeçmek benim için pek zor bir seçim olmazdı. sizin için de olmamalı.



caner "feanor" şahar |np. Yorum - Çav Bella|

Pazartesi, Şubat 27, 2006

Raflardaki Tozlu Hayatlar



Bugün ufak kitaplığıma bakarken buldum kendimi. Şöyle bir göz geçirdim de bunlar benim için makaleler, maceralar, aşklar, hüzünler, biyogrofiler taşıyan kağıt yığınlarından daha fazla anlam taşıdıyor. Önce gözüme lisede okuduğum kitaplar takıldı. Sıra arkadaşım dodo'nun sayesinde okumaya başladığım fantastik kitaplar... Elime üç serilik kitabın birini aldım, birinin eksik olduğunu farketiim. Daha sonra kime verdiğimi düşündüm... O seriyi okurken yaşadığım iyi kötü anılar canlandı birden. O dönemki psikolojim... Hemen yanında yılbaşı hediyesi olarak elime geçen, yeni sahibinin o kitabı nasıl olsa okumayacağı bilinciyle alınmış, bir kitap duruyor. Kitabın ilk sahibi kimbilir nerde ne yapıyordur şu an?... Dönem ödevi için alınmış bir kitap onun saolunda, bazı sayfaları yırtılmış... Gözüm kitapların hemen üstünde duran Lombak ve Penguen koleksiyonunda şimdi de... Çoğu dostlarla beraber okunmuş, saatlerce gülüşmelere neden olmuş. Ama dergiler de zamana yenik düşüp yıpranmış, dostluklar gibi... Gezi dergileri var sırada. Kimbilir hangi umutlarla alınmış, belki hiçbir zaman göremeyceğin diyarları ayağına getirmiş. Daha sonra okumadığım kitaplar duruyor dergilerin yanında, özensizce dizilmişler. Düşünüyorum daha zamanı var o kitapların, biraz daha hamlaşsınlar, biraz daha hamlaşayım... Bazı kitapları özenle dizmişim farkında olmadan. Bakıyorum hepsi benim için çok önemli kitaplar. Ya hayatıma farklı bir yön vermemi sağlayan ya da hayatımı büsbütün değiştirmiş, kendimi kötü hissettiğim dönemlerde 1-2 gün dostum olmuş, tamamen içini dökmüş kitaplar... Bazı kitapların yeri boş duruyor. Onları da benim için değerli olan insanlara vermişim. Bu değerli insanlara anlatmak istediğim bir fikri, bir düşünceyi, hislerimi yine benim için değerli olan bir kitap vererek anlatmak istemişim... Düşünüyorum da değmiş mi buna acaba?...

Yatağıma dönüyorum, güzel bir gün, sıcak bir kahve, günün ilk sigarası... Kitaplığıma bakıyorum, hayatımı görüyorum...

Bahadır "Bagon" Emirler

Cumartesi, Şubat 25, 2006

sabah soğuksa güzeldir

Saat 5:30. Hava daha karanlık ev hala soğuk. Pipo için tütünüm kalmadı. Üşüyorum. Titriyorum. Sanırım karnım da aç. Kötü bir karışım hepsi.
Normalde yazmak benim için o kadar zor olmaz ama şimdiden yazıyı 5 kere silip tekrar yazdım. Umarım bu sonuncu olur. Olmazsa da siz nerden bilceksiniz. Üzerimde bir ağırlık bağırsaklarımda yediğim bezelyeden kaynaklanan gaz. Rahatsız bir durum. Hatta tehlikeli. Her an patlayabilir kaçın.

Güzel şeyler düşünmek gerek. sadece bu durum için değil. Her zaman. Kendimiz için, karşımızdaki için güzel şeyler düşünmek gerek. Rahatlamak gerek. derin bir nefes almak. sonra bırakmak. Çevrendekilerin farkına varmak. Gökyüzüne bakmak. Grilerin arasından arsızca ama sakin ve serince sırıtan maviyi yakalamak. Gülmek. sevinmek. Birlikte sevinmek. Dokunmak. Tatmak. Duymak. Yanınızdaki güzel kızın yemyeşil bir elmayı ısırışını dinlemek. Onun kokusunu içinize çekmek. Hayal etmek. Mavimsi yeşil yaprakları, altın grisi bir gövdeyi hayal etmek. Uçmak. Süzülmek. Herşeyin biraz silikleştiği. Maviye daha yakınlaştığın yere varmak. Ağlamak. Üzülmek. Gidenleri hatırlamak. Gidenler tarafından hatırlanmak. Unutmamak. Bağlanmak. Hiç bırakmamacasına. Bırakmamak. Bırakamamak. Bakmak. Görmek. Anlamak. Çabalamak. Vazgeçmek. Hüzünlenmek. Kederlenmek. Hissetmek. Hissetmek. Hissetmek. Yaşadığını hissetmek. Her anını sevmek. Bilmek. Anlamak. Son olduğunu duyumsamak. Tek olduğunu. Bir başı ve bir sonu olduğunu. Elimizdeki tek şeyin bu olduğunu. Her anın tadını çıkarmak. Özünü içmek. Gülümseyebilmek. Kabullenebilmek. Ve Tekrar gülümseyebilmek.

Hayat. Hayat güzel.



Caner "Feanor" Şahar |np. Rammstein - Seemann|



Cuma, Şubat 24, 2006

Ömer Strikes Back!

Efendim süper insan ömer bir nothing else matters cover ı ile alemlere bomba gibi düşüyor.Ben dinledim beğendim tüm bünyelere tavsiye ederim.Ömerden yeni kayıtlar bekliyoruz!Ahana da buradan indirebilirsiniz bu olguyu.
dodo the bird ile Hansolo Elele!

Perşembe, Şubat 23, 2006

Luskan'da Cinayet [Varolmayan Romandan Bir Parça]

Katil, gölgelerden örülme pelerinine sıkıca sarıldı. Sadece düşüncesiyle pelerinin büyüsünü harekete geçirdi ve yaklaşık kırk adım ötedeki devasa bir başka sütunun gölgesinde belirdi.
Katil -ki ismi Bane di- kara pelerini içinde bir gölgeden farksızdı. Damarlarındaki iblis kanının insan suretindeki temsili kızıl gözleriyle devasa mağaranın görülemeyen tavanına doğru dikkatle baktı.
Çoktan yitip gitmiş bir cüce medeniyetinin Karanlıkaltı'nın yukarı dehlizlerinde inşaa ettiği kadim bir mağaraydı burası. Belki de cücelerin yeryüzü ile ticaret yapabilmek amacıyla kurduğu bir sınır kalesi ya da benzeri birşeydi. Mağaranın her yerinde elli ayaktan daha yüksek sütunlar tavana doğru yükseliyor ve gölgelerde kayboluyordu. Kimi sütunlar yer yer yıkılmış parçalanmıştı.Garip,besbelli ki büyülü,mavi soluk bir ışık bu sütunlardan yayılıyor,tüm mağarayı gölgelere boğuyordu.
Katil gölgeleri severdi.
Derinlik ejderi ve gümüş saçlı yarı elf kadın aynı anda materyalize oldular.İkisi de mağaranın tavanına yakın bir yerlerde havada öylece asılı duruyor ve birşeyler söylüyorlardı.Ejder kanatlarını ağır bir şekilde çırpıyor bir yandan da sonuçları Bane ve Lodjya isimli yarı-elf için pek hoş olamayacak bir büyünün sözlerini mırıldanıyordu.Ejderin sesi metalik ve yılansıydı.Eflatun pelerini arkasında dalgalanan,büyüsünün kudretiyle uçan yarı elf de melodik sesiyle bir başka tılsımın sözlerini söylüyordu.
Büyüsünü ilk önce tamamlayan ejder oldu.Önünde alevlerden bir küre oluştu ve inanılmaz bir hızla yarı elfe doğru fırladı.Ancak Lodjya nın çevresinde bir anda oluşan camı andıran,gül rengi bir küreye çarparak etkisini yitirdi.
Lodjya büyüsünü bitirdi ve gökkuşağının renklerini barındıran ışınlar ellerinden fırlayıp mağaranın loş maviliğini parçaladı.Gölgeler bir anda yok oldu ve Bane huzursuzca kendisi sütuna daha da dayadı.
Yarı elf in büyüsünün etkisi bunla bitmedi.Kızıl ve sarı iki ışın gri renkli ejdere çarptı.Kızıl olan yaratığın göğsünün sağ tarafındaki deriyi yaktı,eritti ve yaralı ejder yılansı sesiyle inlerken derisinde baloncuklar oluşmasına neden oldu.Sarı ışın ejderin kanatlarından birine çarptı ve burada oluşan yıldırımlar yaratığın kanadını parçalayıp mağaranın tavanına doğru yolaldı.
Derinlik ejderi acıyla haykırdı,havada dengesini kaybetti ve zemine doğru bir an için süzüldü.Tekrar gölgelere boğulan mağarada Bane beklediği fırsatın ortaya çıktığını gördü ve bir kez daha pelerinin büyüsünü harekete geçirdi.Tavana yakın gölgelerde belirdi ve yaralı ejderin uzun yılansı boynuyla sırtının birleştiği noktaya doğru kendini bıraktı.Tam da belirlediği noktaya indi ve dengesini rahatça sağladı.Büyülü epesini-ağzı gümüş,kabzası kara deriyle sarılı ince bir kılıçtı- ve sahibi eline alınca ağzı aç bir kızıllıkla parlayan hançerini kınlarından çekti.
"Katliam zamanı"diye düşündü kızıl gözlü katil ve hançeri ile epesi ölümcül danslarına başlarken büyük ve çarpık bir mutlulukla sırıttı.
Ejder bir anda ortaya çıkıp derdini ikiye katlayan mahluğa lanet yağdırırken,Bane in silahları ejderin sırtında ve boynunda derin yaralar açtılar.Hançerin yaydığı kızıl ışık mağaranın soluk mavisiyle karışıp mor bir renge bürünmüştü ve büyük bir beceri ve hırsla ejderin bedenine inip kalkarken yaratığın bedeninden kara-kızıl kan gayserlerinin fışkırmasına neden oluyordu.
Lodjya bir başka tılsımın sözlerini söyledi ama görünürde birşey olmadı.
Ejder tepesindeki savaşçıdan kurtulmak için hızla büyüsünü bağırdı.Bedeni bir anda zümrüt rengi büyülü alevlere boğuldu ama bu alevler kendisine zarar vermedi.Büyünün amacı kendisine bu kadar acı yaşatan kahrolası yaratığı yakıp küle çevirmekti.
Yeşil alevler katilin acıyla haykırmasına neden oldu.Büyüye karşı koyamayacağını anlayan Bane kendini ejderin sırtından yere doğru bıraktı.
Yarı-elf bu arada biraz önce yaptığı büyü ile elde ettiği telekinetik güçleri kullanarak ejderin arkasında yer alan parçalanmış bir sütunu tavanın gölgelerine doğru kaldırma işini tamamladı ve yoğun bir zihinsel çabayla devasa taş parçasını bedenini saran alevlerle tüm mağarayı iğrenç bir yeşile boğan ejderin tepesine getirdi.
Ve bıraktı.
Ejder,Bane in sırtından aşağı atladığını farketti ve hızlı bir karar verdi.Katille daha sonra ilgilenecekti.Önce lanet büyücüyü halletmesi gerekiyordu.Kafasını yarı elfe doğru uzatmış en güçlü büyüsünün sözlerini tam söylemeye başlamıştı ki bedenine birşey çarptı.Tüm bedeni acıya teslim oldu.Yaratık haykırarak sütunun altında yere çarptı,bedenindeki tüm kemikler paramparça olurken sesi tiz bir çığlığa dönüştü ve en sonunda kara-kızıl kanı küçük bir kan gölü oluşturmaya başlarken mağara zemininde, kesildi.
Bane ejderin sırtından atlamıştı ve yere inerken tepesinde acıyla haykıran ejderin gitgide büyüyen gölgesine sığınarak-ki bunu yaparken tatlı ironiyi düşünüp sırıtmıştı-bir başka sütunun gölgesinde belirdi.
Sütunun yanından ayrılıp ezilmiş derinlik ejderinin yanına giderken,gümüşi saçları arkasında süzülerek yere inen Lodjya'ya baktı ve göz göze geldiler.İkisi de birbirlerinin kan ve çelikle kaplı son bir kaç günün yorgunluğu ile yıpranmış yüzlerine baktılar.
Lodjya inişini tamamladı,ejderin taş parçaları ile kaplı cesedinin yanında birbirlerine sıkıca sarıldılar.Bane pelerinini ikisini de örtecek biçimde sardı ve koca cesedin gölgesinde kayboldular.
Doğan "dodo the bird" Öztürk

Haftanın Kritiği


-Haftam çok yoğun geçiyor. Artık derslere girme kararı aldım çünkü bu dönem sonunda da 2. sınıfa geçemezsem bir daha hiç geçemem. Ancak verilen eğitim o kadar kötü ki, bugün 3. kez aldığım bir dersin yanlış anlatıldığını farkettim. Yeni hocamız, bir konuyu anlatmadan başka bir konuyu anlatıyordu. Ben de kalkıp "olmaz öyle şey." dedim hocaya. Sonra da sinirlenip çıktım dersten. Yahu ilkokul ortaokul olsa anlayacağım. Ama burda akademik bir eğitim veriliyor ve kadın kafasına göre ders işliyor. Bunu farkeden de sınıfın belki de dersle en az alakası olan öğrencisi...
Elimizden birşey gelemiyor, sistemi değiştiremiyoruz. Ama kabullenmek de bana yakışmıyor. Girmesem mi acaba derslere?

-Buarada kendime yeni bir smile yaptım. Daha patentini alamadım ama... @:) ne kadar tatlı değil mi, elvis smile ı...

-Liseden bir arkadaş geldi Bursa'ya... Çok eğlendik, güzel vakit geçirdik... Tekrar sağolasın dostum...

-İnsan beyninin maymun beyninden daha büyük olmasının nedeni bin yıldır sahip olduğumuz beslenme alışkınlıklarımızmış. Yediğimiz balıktaki iyot ve demir nedeniyle maymunlardan daha zekiymişiz. Yarın gidip kendime bir maymun alacağım. Adını tayyip koyacağım. 1 hafta balık yedireceğim. Eminim daha zeki olur...

-"Anlat İstanbul" adlı filmi izledim geçen. Gurbettekilere ve hala "bakire orospum" istanbulda ikamet eden herkese tavsiye ederim. Gitgide yozlaşan, değerlerin yitirildiği masalların kenti istanbulda fareli köyün kavalcısı, külkedisi, kırmızı başlıklı kız ve pamuk prenses masallarını tekrar yaşayın...

Çok yoğun olduğumdan az yazıyorum kusura bakmayın.
Sitede adet olmuş, bitirirken mercan dede ab-ı hayat çalıyordu...
Fotoğraf Salgado'nun. Rwanda da çekilmiş...

Bahadır "Bagon" Emirler

Pazartesi, Şubat 20, 2006

Uçmak


Tam olarak tarihini hatırlamıyorum ama okulun başlangıcına yakındı galiba. Dolaştığım bir internet sitesinde aklımdan geçmeyen bir şey buldum. Sitenin ismini vermek istemiyorum çünkü bu site gazi madalyalarını açık arttırmaya çıkararak haberlerde fazlasıyla yer almış bulunmakta. Bulduğum şey maket bir uçaktı. Uzaktan kumandası ile havaya gerçekten havalanıp uçabilen ucuz bir uçaktı. Onu almaya karar verdim. Başka sitelerden araştırdım. Sonra bir sitede bu uçağa ait bir video buldum. O videoyu izlerken bütün hevesim kaçtı. Uçağı almaktan vaz geçtim. Çünkü uçağı çok kontrolsüz bir şekilde kaldırıyorlardı ve uçak uzaklarda bir yere düşüyordu. Ben bunu istanbulda yapamazdım. Edirneye uçağı taşımam gerekiyordu. Böyle bir şeyle uğraşmaya girmek istemedim çünkü kendimi videoda ki adam yerine koyup, o şekilde uçağı yönetip tıp fakültesinin camından içeri sokarken hayal ediyordum. Bu istek en fazla bir hafta sürmüştür. Bunu gençliğimize verebiliriz tabi ama hayat bir acayipliğini daha göstermiştir. Ben hiç aklımda olmayan bir şeyi almaya uğraşırken, onun hayatıma girdiği kadar hızlı bir şekilde hayatımdan çıkışını görmüştüm. Basit bir oyuncak olabilir ama bence bu yaşamın özetiydi. İnsanlar sıkılıyor, her şeyden sıkılıyor. Görüntüleri merak edenler buradan indirebilir.
olcay

Cuma, Şubat 17, 2006

16 Şubat Günlüğü

Baktım kimse bişi yazmıyor. Yazmalıyım dedim. Bugün "Rezervuar Köpekleri"ni izledim ama önce başka bir olaya deyinip ona devam edeceğim. Annemle babam komşumuzun akrabasının trafik kazasında öldüğünden ve onları ezen kamyon şoförünün 150 milyar teklifinden ve dava ile uğraşmak istemediğinden bahsediyorlardı. Bende tam anneme "Pekmezin yanında ki neydi? Kuşburnu muydu?" diye soracaktım. Sonra ulan dedim böyle bi muhaabbetten sonra bu soru sorulur mu? Adam ölmüş, hayatına ve haşat olan traktörüne karşılık, ne kadar zengin olabileceğini düşünmeye bile tenezzül etmediğimiz bir kamyon şoförü 150 milyar veriyor. Benim uğraştığım olaya bak. Bir süre annemle babamın konuşmsına izin verdim. Kanepenin üstünde kendi sessizliğime gömülmüştüm. Biraz gülümsedim. Onlarda sustuktan sonra can alıcı soruyu sordum ve öğrendiğime göre o kuşburnu değil elma pekmeziymiş. Asıl pekmez şeker pancarından yapılıyormuş o yüzden o kadar tatlıymış. Elma pekmezi tahinle yenmiyormuş. Buraya kadar yazdıklarıma "Ölen bir adam ve Kuşburnu" diyorum. Ölümle şekerin bir arada bulunduğu bir yazı daha ne olsun?
Gelelim rezervuara filmi çok duydum, çok merak ettim. En sonunda bugün izleme fırsatı buldum. Doğan sayesinde. Filmde sıradan bir "Tetiği çekme! Yoksa bende kızı vururum." sahnesi vardı ama sonu aynı değildi. Resimlerde de öncesi ve sonrasının görüydüğü gibi herkes öldü:) Sonra netten film hakkında bir araştırma yaptım. 252 defa "fuck" kelimesi kullanılmış. Bir tane bayan oyuncu olmasına karşılık hiç bayan sesi yok. Bunlardan film hakkında fikirler oluşturun kafanızda. Bu filmi kesin izlemiş olacağınızdan yada izleyeceğinizden fazla bir şey yazmak istemedim. Gerçekten güzel film. Ucuz gibi gözüküyor ama 1.5 milyon $ az para değil. Filmde sokak sahnesinde arabanın arkasından bir top sekerek geçiyor. O topun rengi gambazcının takma ismiyle aynı. Bunu da bilmenizde fayda var. Öpenzi
Olcay

Çarşamba, Şubat 15, 2006

"Your life is a waste" dedi bana küçük kız[ingilizce dedi evet!]

Başlıkta bahsi geçen bu turuncu saçlı küçük kızı ilk görüşüm değildi.o gün de kimya lab. dersine girmiş akabinde çıkmıştım ve bitmiş bi şekilde eve geliyordum.arkadaşlarla bakırköyde ayrılmıştım yolculuğumun bundan sonraki 10-15 dk. lık kısmı yalnız geçecekti. Bakırköy yine doluydu her zamanki gibi.bi sürü insan vardı böyle bildiğin insan yani.güzel kızlar vardı sonra."dur şu hatunu keseyim dur şuna bir bakış atayım aklını alayım" çabaları içinde tabiiki kimseyi kesemeden ve kimsenin aklını alamadan minibüs dediğimiz taşıta ulaştım.yılların "minibüs kaşarı" oluşumdan kelli şoföre "kaptan bi sümer alıcan mı?" gibi rahat bi tavırla bozuk bir lirayı uzattım."kaptan" tabii ki parayı sorgusuz sualsiz aldı ve sonra minibüsteki favori yerim olan "en arkanın önü boş olan cam kenarı kısmı" na geçtim.neyse fazla uzatmayayım sonuçta semtime ulaştım,toplu taşıma aracından indim ve evime doğru uzanan kısa mesafeyi adımlamaya başladım. gri istanbul havası eşliğinde 2dk süren o mesafeyi de atlatmış,benimle aynı adı taşıyan apartmanın önüne gelmiştim ki işte onu gördüm.daha önce de görmüştüm bu sevimli 7-8 yaşlarında çilli suratlı kızı.tam tarif etmek gerekirse amerikan korku filmlerinde bolca yer alan,cem yılmaz kişisinin gösterisinde anlattığı tipte bi kızdı işte.bizim memlekette hele benim oturduğum semtte pek rastlayamayacağınız bi varlıktı. bana masum mavi gözleriyle baktı önceki karşılaşmalarımızda olduğu gibi.ne diyeceğini biliyordum. "kimsin?"dedi.o bunları her zamanki aynı ses tonu ve hızda söylerken ben de sessizce söyledim aynı kelimeyi... "ebenin amıyım töbe töbe" derdim normalde.öyle bi insanım çünkü.her türlü soruya en alakasız ve saçma cevabı verebilirim.ama bu küçük yaratığa böyle bi cevap veremezdim.zira mavi gözler korkuyla yutkunmama sebebiyet verecek bi şekilde bakıyorlardı naciz bünyeme.başka türlü de bi cevap veremezdim çünkü karşımdaki turuncu saçlı bu şeyin gerçek bi insan olmadığını kavramıştım.cin denilen şeylerden biriydi belki ya da zihnimin bana çevirdiği katakullik araksiyonlardan bi tanesiydi.onu daha önce bi ayakkabı mağazasında,okulda ve bi süpermarkette de görmüştüm. "bilmiyorum" dedim.bunu söylerken gözlerimi sıkıca kapamıştım.bi anda terlemişti soğuk şubat havasında bedenim.basitçe anlatmak gerekirse tırsıyordum.sonra gözlerimi yavaşça açtım. mantıken gitmiş olmalıydı.bundan öncekilerde hep böyle olmuştu çünkü.bu yapılan ikimiz arasında süregelen bi ritüel biçimini almıştı.ama bu sefer farklıydı.küçük kız hala orada öylece cevap bekler bi vaziyette duruyordu. "nedir?" dedim.acayip korkuyordum ama bu işi halletmeli yüzleşmem gereken neyse onla yüzleşmeliydim aksi taktirde bu halüsilasyon veya başka bi boyuttan bana musallat olmuş "herhangi bi şey" den kurtulamayacaktım.böyle de yaşamaya hiç niyetim yoktu açıkçası. "aslında senin kim olduğunla ilgilenmiyorum ki ben!" dedi sırıtarak.dişleri tiksinç bi beyazlıkla parlıyordu.tiksinçti zira böyle "mükemmel" bi beyaz yaşadığımız evrende kendisine yer bulamazdı."ben sadece ruhları seven küçük bi çocuğum" diye devam etti."ruhların tadı çok güzeldir.biliyo musun?eheh tabiki bilmiyosun nerden biliceksin sen insansın çünkü..."kahrolası veledin ağzı açılmıştı ama bi şekilde bişeyler öğreneceğimi umut ederek dinlemeye devam ettim."şeye benzer eee..hah hani sakızı ilk ağzına attığında bi tat alırsın ya işte öyle ama o tadın devamlı ağzında kaldığını düşün.gerçi ben hiç sakız çiğnemedim ki!gerçek bedenimde bi ağzım yok çünkü ehehee!" zihnim bi bulamaca dönüşmüştü.mantıklı düşünemiyor arkamı dönüp koşarak uzaklaşmak istiyordum.ama mavi gözler beni kilitlemişti bi kere.irademi sonuna kadar zorlayarak bi kez daha kapadım gözlerimi.titreyen göz kapaklarımı birbirlerinden ayırdığımda küçük kız gitmişti. zarzor çıktım merdivenleri.eve ulaşmıştım.kapıyı çaldım.annem açtı.içeri attım kendimi.hızla üzerimdeki montu,eldivenleri ve bereyi çıkardım.sonra rahat kıyafetlerimi giymek için odama doğru yönelmişken annem "aç mısın oğlum?" diye seslendi mutfaktan. "açım tabii anne ne olacağıdı ehehe" diyerek odama gittim.

Doğan "dodo the bird" Öztürk

Fortis Geometrik Şekilleri ve Ben

Bugün güne çok kötü başladım. Sabah güya kayıt yenilemek için erken uyanacaktım. Ama öğlen saatlerinde çalan telefonun sesine uyandım. Aile fertlerinden biriydi arayan. Bir sürü azar işittim. O sinirle fırlattım telefonu yatağın üstüne ve çıktım dışarı. Yok, havanın buz gibi olmasına rağmen minibüse binmeyecektim, yürüyerek devam etmeliydim yola. Belki bu şekilde sakinleşirim diye düşündüm. İlk başlarda hala geçmemiş olan sinirim yüzünden adımlarım sık ve süratliydi. Aklımda binlerce soru... Niçin bu şehirdeyim? Ulan şu cebimdeki harç parasının bir kısmıyla gıcır bir fotograf makinası alıp gitsem mi uzaklara?
Bir anda yağan karı farkediyorum. Daha doğrusu yağmayan... Havada asılı kalmış yüzbinlerce kar tanesi... Milyonlarca yıllık yorgunluğunu üstünden atmak için hafif kestiren toprağı uykusundan uyandırmaya kıyamadan üstünü örtmeye çalışıyor sanki bu beyaz büyü. O an adımlarım biraz yavaşladı. Sonra sağımda uzanan yer yer karla kaplanmış tarlalar dikkatimi çekti. Manzaranın güzelliği karşısında büyülendim ve artık hareket edemiyordum. Ona seyre koyuldum. Aklımdan geçen tek düşünce:"Şu an keşke yanımda olsan"...
Evet lise 2 den beri nerdeyse en çok istediğim şey... Bir fotoğraf makinası... Her sene en az bir kere almaya çalışıyorum ama her alma girişimimde bir sorunla karşılaşıyorum. Ya evi su basıyor, ya trafik kazası yapıyoruz, ya bizimkilerin işleri kötü gidiyor, ya da çok alakasız bir şey çıkıyor karşıma. Artık kader mi dersiniz veya başka birşey mi bilmiyorum ama çok sıkılmaya başladım bu işten.
Hani derler ya " istemek başarmanın yarısıdır". Bu lafı bir türlü kavrayabilmiş değilim. Ya ben yeterince istekli değilim ya da başarmanın diğer yarısının ne olduğunun farkında değilim. Hevesimi kaybetmeden önce biri bana başarmanın diğer yarısının ne olduğu hakkında fikir verebilirse gerçekten çok mutlu olacağım.
... Tarlaların üstü gitgide biraz daha kapanıyor bu beyaz örtüyle. Gökyüzüne bakıyorum, yağan kara. O kadar güzeller ki! Sonra aklıma geçenlerde izlediğim bir banka reklamı geliyor... Fortis bank ın reklamı... Bankanın logosunu oluşturan geometrik şekiller insanların üstüne yağıyor. Şekiller insanların üstüne değer değmez dilekleri gerçekleşiyor. Ulan o gökyüzünden hiç mi yağmaz bu fortis cisimcikleri? Yağsa da hiçbiri mi değmez bize? Yok mudur bizim kaderimizde şöyle bir eşkenar üçgen, zenit marka bir fotoğraf makinası? Burdan yetkililere sesleniyorum...
Bahadır "Bagon" Emirler

Ben Soğuğa Soğuk Demem Soğuk Ayak Parmaklarımı Morartmayınca

Sayısal okuyanlar bilir, oda şartları altınta gerçekleşen bir sürü fiziksel kimyasal olaylar vardır. Burdan başta tübitak ve nasa olmak üzere tüm insanoğluna sesleniyorum;
"Ulan yiyosa gelin o oda şartında gerçekleştirdiğiniz deneyleri bizim evdeki odalarda gerçekleştirin. Bilim mi ulan sizin yaptığınız? Ne biliyim ulan senin odanın sıcaklığını?..."
Herneyse... Geçen gün markete gideyim dedim. Market dönüşü bir baktım ayaklarımı hissetmiyorum. Eve girer girmez çıkardım çorapları, on parmaktan altısı renk atmış, mor-sarı arası bir renge bürünmüş. İlk başta yapıştırdım ayağı radyatöre. Baktım ısınmıyorlar, sonra dank etti kafama: "Böyle durumlarda ılık suyla ovalayacaksın ayakları be bagon" kurtardık ayakları en sonunda.
Ama bu soğuk evde yaşmanın tek getirisi olaya bağışıklık kazanmam. Geçen hafta memleketim İstanbula döndüm. Ev haliyle sıcacık. Ee alışmışız sıfırın altında sıcaklıkta yaşamaya. Bünye yadırgadı biraz. Ev halkı kalın kalın pijamalarla dolaşırken ben don atletle dolaştığım halde sıcaklıyordum...
Yukarıda yazanlar son 3 ayını sıfırın altında geçiren bir insanoğlunun hissetikleridir. Yine yukarıda yazanlar "soğuğun insan beyni üzerindeki etkisi" adı altında tez konusu olup tez sahibine nobel ödülü kazandırmıştır. Yazıda adı geçen şahıs bir kutup ayısıyla dostluk kurup, sinemalarda alaska frigo satmaya başlamıştır. Hala sibirya civarlarında ikamet etmekte olan şahıs 4 yılda bir, dünya kupası maçlarını izleyebilmek için ülkemize gelmektedir.
Bahadır "Bagon" Emirler

Çöküntü Tahlilleri (gece gece)

Sorun şu:zamansız geliyor,ansızın yakalıyor...tek olay yalnız olman,beynin oyunu oynamaya başlıyor,herşeyden önce kuralına göre,titizce bocalamana fırsat wermeden...Çalışmaya başlıyor we şu dşünceyi üretiyor ansızın:gecenin 01.30 u yada tam rakam werelim 01.28 i...yalnızsın yine blgisayar başında koskoca odada tek başınasın.İnsanlar,yalnız kaldığında psikolojik tahliller başlar, kapalı mekanlar insanı buna yöneltir.İşte bunu bir kere düşünmeye gör,kesin uygulamaya koyarsın,çünkü şöyle düşünürsün:yok artk koskoca psikoloji bilimi yanılmıyor ya kapalı mekanda yalnızım benim bu tahlili yapmam gerek:)) yapmamak suçmuş gibi yada o genellemeye uymamak sana göre değilmiş gibi...oyunu kuralına göre oynayalım!
Kafasında yüzlerce düşünce olan we hiçbiri diğerine benzemeyen bir insan olarak kaçınılmaz bir şekilde daldım düşünce yumağına....kaç kişiydim ben bu dünyada we aslında kaç kişi olmam gerekiyordu diye gecirdim içimden.İnsan her an sewdikleriyle beraber olurmuş hayatta benim için çok önemli olan kişi listesi belirdi zihnimde en çok hangisiyleydim acaba?biriyle olmam diğerine yapılan bir haksızlık mıydı?Düşündüm aklıma ilk gelen isim için,ewt en fazla onunlayım dedim sora kızdım kendime peki ya diğerleri diye.Sonra aslında o değil diğeriyle daha fazla birlikteydi ruhum..hayır yine olmadı aklımdan hayatımın 8 weya 9 ana bireyi geçti daha sonra şaşırtıcı biçimde aslında hiçbiriyle olamadığımı düşündüm! Çok acıydı,binlerce şizofren düşüncem we ben birlikteydik,hayatımıza kimseyi almıyorduk....istesek de alamıyoruz diyecek oldum ama korkunç birşeydi,aslında istem dışı değildi bu ben hayatıma kimseyi dahil etmiyordum yani istemiyordum! İsteseydim eğer pekala olurdu ama fazlasıyla bencildim.Bana sorulduğunda ağzımdan mest edici nağmeler çıkararak karşımdakine onu ne kadar sewdiğimi we hayatımdaki değerinin ne olduğunu başını döndürürcesine anlatıyordum.Arkamı döndüğümde ise aklımda tek bir şey oluyordu BEN! Kendimden nefret etmeye başlamıştım.Sanırım hala çocuktum birisiyle birşeyler yolunda gitmediğinde üzerimde büyük bir yük olduğunu hissediyor we onu terketme planları yapıyordum onunla nasıl konusmayacak ona nasıl cewap wermeden kacabilecektim kendimi nasıl sawunacaktım ? Bunları düşünüyordum hep.offf buna benzer o kadar saçma sapan düşünce war ki aslında:(
Bunların altındaki neden, beni huzursuz eden,birşey alamadığımda istediğim olmadığında gardımı almama,genelde karşımdakini(sıradan birisi değil en yakınlarımdan biri bile olabilir,hatta öyle olur..) dinleyip onun sewincini we üzüntsünü gercekten paylaşıyormuş gibi görünmek zorunda kaldığımda içimden ''hadi artık sus,offf nefret ediyorum o kadar budalaca konuşuyorsunuz ki sen we senin gibiler''dememe neden SADECE kendimi sewmemdi,ben ise bu yönümü sewmiyordum....tıpkı bir mutant gibiydim,insanı içten içe yiyen bir virüs taşıyordum sanki,diğer insanlara da bu virüsü bulaştırmak istiyordum fakat onlar ısrarla bunu kabul etmiyordu kimse benim gibi olmuyordu herkes benden ölesiye uzak we birbirlerine öylesine yakındı ki ruhum inciniyordu buna katlanamıyordum.önemli olan insanların bişeyler bilmesi değildi.bu onlara saygı duymamı sağlamıyordu!Önemli olan bunları hissetmemeleriydi.kötü olan buydu,tek neden buydu.Aynı şeyleri hisseden birini eninde sonunda bulacaktım,o zamana kadar kendim için sadece ben wardım.Hoşuma gitsede gitmese de böyleydi bu virüse engel olamazdım,çok yol almıştı,durduramazdım...
Alew

14 şubat günlüğü

Bu sitenin asıl amacı günlük oluşturmak değil mi? Yazalım bakalım dolu bi günümüzü. Başlangıçta normalden erken kalktım. Banyo yaparken sular kesildi. Taksime gittim Canan'la buluştum. Gidişim 1.30 saat sürdü. Geri dönüşümde çok uzun sürdü ama otobüste olanlar daha önemli. Otobüse kürtçe yada arapça konuşan 5 kişi bindi. Üçü önde, ikisi arka tarafta yerlerini aldılar. Arada sırada birbirlerine bir şeyler söylüyorlardı ve sürekli etrafı süzüyorlardı. Beraber olmalarına karşın otobüsün ayrı yerlerinde durmaları beni hemen kıllandırdı. Öndekileri bir süre izledim baktım bir olay yok. Arkaya döndüm. Onları izliyorum. İri yarı olan bir oraya sokuluyor bir buraya. Ne yaptığı belli değil. Öndekiler iyice öne gitti, arkada ki grup iyice arkaya sıvıştı. Benim olduğum yer dans pisti gibi bomboş kaldı. "Umarım bunun farkında olan tek kişi değilimdir" dedim. Bir an aklımdan "Dikkat! Cepçi var!" diye bağırmak geçti sonra başıma bir iş gelir diye korktum. Polis olsam neler yapabileceğimin kurgusunu yaparken. Görev süresini bitirmiş evine dönmekte olan bir polis otobüse bindi. "Abi seni allah gönderdi. Bak şunlara böyle böyle yapıyorlar." diyecektim. Vaz geçtim. Korktum tabi. Sonra ön taraf ki grup polisi görünce ayrılmaya başladılar. Bide baktım önde ki üçlü ortaya bi tane amcayı almışlar, perdeleme yapıp amcayı yokluyorlar orda. Sonra arkada kiler kayboldu. Polisin varlığı yetmişti. Adamlar türkçe konuşmaya bile başlamıştı. Önce polis, sonra adamlar ve en sonunda ben indim. Belki sadece günahlarını alıyorum ama çözüm sizde bunu unutmayın. Sadece cebinize dikkat edin. Hiç bir şey yapamazlar. Öptüm
Olcay

Salı, Şubat 14, 2006

Bir ömer doğarken

İlk yazıda bahsetmediğim şahıs Ömer. Kendisi Konyada Ziraat Mühendisliği okuyor. Ayrı bir şehirden bir insan daha. Bu lisede bize sonradan katılmıştı ama çok sevdik elemanı. Lise sonda başlayan bi sevdayla kendini müziğe verdi. Tabi daha önceleri akardion ve org çaldığı görülmüştü ama acayip bir şevkle gitara sarıldı ve bırakmadı. Bir yandan okuyor, diğer yandan müzik sektörüne hazırlanıyor. Bakalım gelecekte ki akıbeti nasıl olacak. Onu belkide ilk meşhur eden kişiyim. Onun solo kayıtlarından birini yayınlamak istiyorum. İndirelim Bakalım
olcay

14 Şubat Sevgililer Günü

Bugün 14 şubat sevgililer günü. Bana her ne kadar boş ve gereksiz bir gün olarak gelse de insanların kendilerini insan yapan değerlerini yiğtirdiği, "sevgi" sözcüğünün beyinlerin derinliklerinde kaybolduğu şu günlerde bu günü anma gereği duydum.
Neden 14 şubat, niçin 13 şubat veya 19 eylül değil de 14 şubat? İşte cevabı...
İmparator 2. Claudius, Roma'yı kendi katı kuralları ile zalimce yöneten bir hükümdardı. Onun için en büyük problem ordusunda savaşacak asker bulamamaktı. Ona göre bu durumun tek sebebi Romalı erkeklerin aşklarını ve ailelerini bırakmak istememeleriydi. İşte bu yüzden Roma'daki tüm nişan ve evlilikleri kaldırdı. Aziz Valentine de Claudius'un hükümdarlığı zamanında Roma'da yaşayan bir papazdı. Kendisi gibi papaz olan Aziz Marius ile birlikte Claudius'un yasağına rağmen gizlice çiftleri evlendirmeye devam etti. Ancak imparator bu durumu bir süre sonra öğrendi. Aziz Valentine insanları evlendirmeye devam ettiği için tutuklandı ve yaptıklarının cezası olarak sopa ile dövülerek öldürüldü. Milattan sonra 270 yılının 14 Şubatı Hristiyan şehitliğine gömüldü.
Peki ne alaka şimdi? Valentine'in ölümüyle sevgililer günü arasında nasıl bir bağlantı var? İşte devamı...
Valentine ölmeden önce hayal kırıklığına uğramıştı. Bu hayal kırıklığının sebebi Claudius'un verdiği ölüm cezası değildi, gizlice evlendirdiği çiflerin birbirlerine sadık kalmamasıydı. Evet Valentine ölmeden önce tüm insanları lanetledi. Artık insanlar hiçbir zaman aşka ulaşamayacaktı. Hayatlarını aşklarına adayacak ama hiçbir zaman gerçek aşkı tadamayacaklardı.
Kilise Valentine'in ruhunu mutlu etmek için Valentine'in ölümünden sonra ona "aziz" ünvanı verdi. Daha sonra 14 şubatta ,Valentine'in ölüm yıl dönümünde, sevgililer birbirlerine olan sadakatlerini göstermek için yine birbirlerine hediyeler vereceklerdi. Nihayetinde de sevgililer günü ortaya çıkmış oldu.
Savaşın ve kinin eksik olmadığı bu günlerde henüz demokratikleştirilmemiş! olan "sevgi" nin değerini bilelim. Yaşamayı, doğayı, insanları her dem sevelim.
Bahadır "Bagon" Emirler

Pazartesi, Şubat 13, 2006

Virüs bir film


VİRÜS
Derin Delilik
Zamanında arkadaşlarla yaptığımız güzel bir film.
Konusu : 1945 savaş yıllarında yer yüzüne düşen bir göktaşından yayıldığına inanılan bir virüs insanların beyinlerini etkilemekte ve herkes birer zombi olmaktadır. Bu virüs insanları ısırarak bulaşmaktadır. Akıl sağlığını kaybeden kişiler toplama kamplarında değişik deneylere tabi tutulmaktadır. Bakalım kahramanımız neler yapacaktır? İndirelim Bakalım
olcay

Bir blog daha doğarken

Biz, boş zamanlarında bir şeyler karalayan yada aklına fikirler gelip vaz geçen sıradan üç genç. Birimiz İstanbul Kimya Mühendisliği'nde okuyor, Doğan(ortada). Diğeri Uludağ Kimya'da yani Bagon(sağda). Son olarakta ben Olcay(solda), Trakya (evet öyle bir üniversite var) Makina Mühendisliği'nde eğitim görüorum. Bizler Yeşilköy Anadolu Lisesi'nde birlikte okumuştuk. Sonra kader kısa adıyla ÖSS bizi değişik memleketlere savurdu. Bursa, İstanbul ve Edirneden üç kişi. Nette bazı yazılar yayınlamaya başladık. Msn Space'i kullanıyorduk. Sonra dedik ki "Neden bir bütün olmuyoruz?" (bkz. Voltran) Ben kolay kullanıldığı ve ucuz olduğu için burayı denemeyi düşündüm. Eğer yeterli tatmini alırsak büyüyebiliriz. Düşüncemiz haftalık yenilikler yapmak ama başlangıçta ki ilk bir kaç günün gazıyla her gün yeni yazılar eklenebilir.
olcay