Cumartesi, Eylül 01, 2007

adsız hikaye

“şrakkk…”

genç adam, biraz önce ellerinden düşüp bin bir parçaya ayrılmadan önce sevgilisinin en sevdiği kupa olan şeye yılgın bir ifadeyle baktı. hiçbir zaman hareketli, heyecanlı biri olmamıştı zaten, öyle kolay kolay belli etmezdi hislerini –ki mevzu bahis coşkun hislere de kapıldığı nadir görülmüş şeydi. hafifçe sırıttı ve arkasını döndü, süpürge almak için az önce çıktığı mutfağa doğru ilerledi.

tam kapının eşiğinden içeri atmıştı ki adımlarını, içeriden, oturma odasından korkunç bir çığlık yükseldi. “sevda?” diye haykırdı sakinliğiyle bilinen genç adam. titreyen sesini kontrol etmeye çalışmadan bir daha haykırdı sevgilisinin adını; lakin cevap alamadı. birkaç saniye önceki çığlığın ardından meşum bir sessizliğin esiri olmuştu bekar evi.

korkuyla girdi hepi topu on beş dakika önce sevgilisini yalnız bıraktığı odaya, dizleri titriyor, alnından ter boşalıyordu. ilık mayıs gecesinde teni buz kesmişti; zira duyduğu çığlık bir insanın bu hayatta karşılaşabileceği her hangi normal bir şey karşısında atabileceği cinsten değildi. zihnin derinliklerindeki primitif korkuları alevlendirebilecek bir şey olmalıydı bu, kadim bir şey… ve fazlasıyla kötü…

ahmet –ki genç adamın kendisi gibi göze batmayan, sade adı buydu- içeri girdiğinde gözlerinin önünde bir dehşet panoraması gördü. üç aydır beraber olduğu kızın paramparça bedeni tüm odaya yayılmıştı. kollarından biri az önce genç adamla uzandığı koltukta, dirseğinden kopmuş bir şekilde duruyordu öylece, iç organları halının üzerine ve duvarlara saçılmıştı; bir romantik komedi filminin huzur dolu, genel geçer bir sahnesini andıran mekan şimdi deliliği içinde kaybolmuş üşütük bir ressamın kızıl fırça darbeleriyle şekillenmişti adeta. televizyonda şen şakrak bir vj yavşakça sırıtıyor, stüdyodaki dekorun ve vj’in rengarenk görüntüsü televizyona sıçramış iğrenç kızıllıkla ironik bir tablo oluşturuyordu. aptal kutusunun tepesinden sarkan et parçası da muhtemelen kızın bağırsaklarıydı.

her yer ölüm kokuyordu.

ahmet konuşamıyor, çığlık atamıyor, haykıramıyordu. sadece bakabiliyordu gözleri önündeki grotesk resme. bu eskizin sahibi kimdi, sorumlu kimdi, bu varoluş düzleminde kendisini yaşıyor addeden hangi varlık böyle bir katliam yaratabilirdi, genç adam bunu tahayyül dahi edemiyordu. bir süre böyle durduktan sonra dizleri, ağırlığını daha fazla taşıyamadı, yere çöktü ve birkaç saat önce yedikleri enfes döneri, sevdiği insanın hayat sıvısıyla yıkanmış halının üzerine boşaltmaya başladı.

“şrakkk…”

ahmet başını sesin geldiği yöne, odanın camlarına yöneltti. bir tanesi parçalanmıştı şimdi ve biraz önce fark etmediği melun bir gölge, dışarıdaki yaşlı karanlığa karışmak üzere gerinip hızla camdan sokağa atıldığında sadece bakmakla yetindi.

~

şehr-i istanbul geceyle bir kez daha kucaklaştı, güneş yüzünü kendisinden her çektiğinde yaptığı gibi. gündüz yaşayanların görmedikleri, işitmedikleri ve fakat yalnızca, bazı geceler güvenli yataklarında, tatlı uykularına dalmadan bir an evvelinde yorganlarına sarınmış haldeyken “hissettikleri” “şeyler” aktı bitkin şehrin defalarca kanla yıkanmış sokaklarına.

karanlık bir kez anlaşmasını yapmıştı şehirle. bedelini birileri elbet ödeyecekti.

~

not: alacakaranlık düşleri'mden bir aşırmacaydı bu. yep.

1 yorum:

Olcay Bayram dedi ki...

alacakaranlıkta okuyamamıştım burada okumak nasipmiş. güzelmiş. tebrik ettim. kan ve gül, gül ve diken, aşkım ve ben diyesim geldi.

olcay "östaki" bayram