Pazar, Eylül 30, 2007

Yol, uçurum, orman

Yolun sonuna geldi artık. Önü uçurum. Arkası pişmanlıklar, hayal kırıklıkları, keşkelerle tıka basa dolu. Tek bir adım dahi atacak yer yok. Sağı solu sık ormanlarla kaplı. Ormanın içine dalıp kendine yeni bir yol açmaya ise gücü yok.

İşte burada, yolun sonunda. 3 seçenek var: uçurum, orman, yol. Yoldan geriye dönebilme gibi bir ihtimal yok. Olmasını çok isterdi ama yok. Kaldı 2 seçenek. Bazen uçurum en doğru seçim diyor, bazense orman. Kendisini yokluyor, tartıyor iyice. Ormanla mücadele edecek gücü var mı? Emin olamıyor. Uçurum sinsice bekliyor hala orada. En kolayı benim diyor, aklını çelmeye çalışıyor sürekli. Bazen kapılıyor söylediklerine, haklı diyor kendi kendine: " benim hakkım uçurum. "

Bir el uzansın, onu bu zor durumdan kurtarsın diye bekliyor ümitsizce. Hiç ümidi yok, ama yine de bekliyor nedenini bilmez bir şekilde. Bir mucize bekliyor, gerçekleşmeyeceğini bile bile. Ama yine de bekliyor.

Yolun sonuna geldi artık. Önü uçurum. Arkası pişmanlıklar, hayal kırıklıkları, keşkelerle tıka basa dolu. Tek bir adım dahi atacak yer yok. Sağı solu sık ormanlarla kaplı. Ve bekliyor hala. Beklemeye devam ediyor. Ancak bu durumda daha ne kadar dayanabilir kendisi de bilmiyor. Uçurumun kenarına iyice yaklaşıyor, seyretmeye başlıyor...

Pazar, Eylül 23, 2007

iyi bok yedin!!

hmm..başlığa bakınca çok hardcore bir yazı falan sanmayın ya da sanın bana ne ama zamanlama hatalarımdan birini anlatacam sadece.(anlatacam nedir yaf)

istiklal de böyle garip bir alet ve bir kaç genç oturmuş çalıyor.böyle kanun desen değil ilk bakışta kanun sanıyorum ı ıh adı santurmuş.neyse 2-3 dk dinleyip gidiyorum.çok güzel çalıyorlar ama gidiyorum ya işim mi gücüm mü yok sokak çalgıcılarını dinleyecem diyorum.var mı ? yok lan tabi ne işim olacak aylak aylak gezmeye gitmişim ama işte..

bunlar bi galatasaray'ın önünde - bi oda kule'de(ada mıydı lan adı) - bi tünel de hep çalıyorlar.ama ben hep meşgul insanım ayagına dinlemiyorum.hiç ama salagım ben ya lan otur dinle bi yarım saat.. az birşeyler iç dinle şu herifleri yok ne dinleyecem lan diyorum kendimce..onlar hep çalıyor ama..

en sonunda biri bi kaç şarkısını yolluyor bana kendi çaplarında cd doldurmuşlar.almış.bana bi iki şarkısını yolluyor derken cd elime geçiyor.ve 4 saatten beri aynı cd'deyim neredeyse..canlı dinleme şansını 468484 kere yakalamışken kendimce -zamanlama- diye uydurdugum bir yalan yüzünden sadece cd den dinliyorum.buna da şükür ama az küfür etmedim kendime..

hoş aslında bu -zamanlama- adı altında bir çok hatamda oldu.erken davranmalar..erken konuşmalar..geç konuşmalar..konuşmamalar..ben hepsini zamanlama kalıbına uyduruyorum kendimce..eheeh pek bi "bütün suç benim ben birşey yapmadım"cıyım sanki.

o degil de kim mi bu grup.. siya siyabend hani şu crossign the bridge deki elemanlar..isim değiştirmişler kadrosu da değişmiş galiba öyle duydum kara güneş olmuş.size gidin cd sini alın derim ama onları bulmanız lazım.yoksa satılmıyor cd leri.netden bir kaç şarkısını indirirsiniz.

neyse öyle işte.. hep zamanlama yüzünden oluyor lan ben napayım.

Cumartesi, Eylül 22, 2007

Düşlerimi arka sokaklarda terk etmiştim.Yormuştu karamsar asfaltlar beni.Yollar uzun ve karanlık,ellerim cebimde.Islak toprak yağmurun öyküsünü anlatıyordu göğe.Gök;gürültüsüz,yer;sessiz..suskunun orta yerinde aşkla çarpıştık.Aşk..Nefesinin değdiği o mavi tomurcuk.Çiçeklense kırmızı,solsa sarı eylül hazanı.Sen şaşkın,o karmaşık.

Düşlerimi topladım bir bir arka sokaklardan.Tensel dokunun iksirli neşesi iz bıraktı yüreğin istasyonuna.İki çehre,tek gülüş..Uzun bir sarılış özlemin buluştuğu avuçlarda.İki dudak,tek öpüş..Yitip gitti hüzün…Kendimi unuttuğum gözlerde buldum tozlanmış umutları.Bir güvercin kanatlandı adı barış.

Düşlerimi kattım o esmer adamın çocuk yüreğine.Düşlerim ki camdan;düşerse kırılır toplanmaz parçaları.Unutulsa benden daha alıngan.Korkuyu attım,aşkın geniş göğsüne sardım üşüyen bu teni.Gözyaşına karıştım da orda kaldı duygular.Islanan parmak uçlarımda tanıdım sevmeyi.Sevmek..Bitimsiz ve ölümsüz bir öğe hayatın gerçeğinde.Oyalı bir yastık belki çeyiz dilinde.

Arka sokaklarda demmiş meğer şans..Sev diyorum artık,sev..Aşk sende değilse bak iki adım ötede..
Ben buldum şimdi sıra sende!

Çarşamba, Eylül 05, 2007

Elf Savaşçı


Zamanında (2002) Doğan'ın yaptığı bir çizimi renklendirdim.

Cumartesi, Eylül 01, 2007

adsız hikaye

“şrakkk…”

genç adam, biraz önce ellerinden düşüp bin bir parçaya ayrılmadan önce sevgilisinin en sevdiği kupa olan şeye yılgın bir ifadeyle baktı. hiçbir zaman hareketli, heyecanlı biri olmamıştı zaten, öyle kolay kolay belli etmezdi hislerini –ki mevzu bahis coşkun hislere de kapıldığı nadir görülmüş şeydi. hafifçe sırıttı ve arkasını döndü, süpürge almak için az önce çıktığı mutfağa doğru ilerledi.

tam kapının eşiğinden içeri atmıştı ki adımlarını, içeriden, oturma odasından korkunç bir çığlık yükseldi. “sevda?” diye haykırdı sakinliğiyle bilinen genç adam. titreyen sesini kontrol etmeye çalışmadan bir daha haykırdı sevgilisinin adını; lakin cevap alamadı. birkaç saniye önceki çığlığın ardından meşum bir sessizliğin esiri olmuştu bekar evi.

korkuyla girdi hepi topu on beş dakika önce sevgilisini yalnız bıraktığı odaya, dizleri titriyor, alnından ter boşalıyordu. ilık mayıs gecesinde teni buz kesmişti; zira duyduğu çığlık bir insanın bu hayatta karşılaşabileceği her hangi normal bir şey karşısında atabileceği cinsten değildi. zihnin derinliklerindeki primitif korkuları alevlendirebilecek bir şey olmalıydı bu, kadim bir şey… ve fazlasıyla kötü…

ahmet –ki genç adamın kendisi gibi göze batmayan, sade adı buydu- içeri girdiğinde gözlerinin önünde bir dehşet panoraması gördü. üç aydır beraber olduğu kızın paramparça bedeni tüm odaya yayılmıştı. kollarından biri az önce genç adamla uzandığı koltukta, dirseğinden kopmuş bir şekilde duruyordu öylece, iç organları halının üzerine ve duvarlara saçılmıştı; bir romantik komedi filminin huzur dolu, genel geçer bir sahnesini andıran mekan şimdi deliliği içinde kaybolmuş üşütük bir ressamın kızıl fırça darbeleriyle şekillenmişti adeta. televizyonda şen şakrak bir vj yavşakça sırıtıyor, stüdyodaki dekorun ve vj’in rengarenk görüntüsü televizyona sıçramış iğrenç kızıllıkla ironik bir tablo oluşturuyordu. aptal kutusunun tepesinden sarkan et parçası da muhtemelen kızın bağırsaklarıydı.

her yer ölüm kokuyordu.

ahmet konuşamıyor, çığlık atamıyor, haykıramıyordu. sadece bakabiliyordu gözleri önündeki grotesk resme. bu eskizin sahibi kimdi, sorumlu kimdi, bu varoluş düzleminde kendisini yaşıyor addeden hangi varlık böyle bir katliam yaratabilirdi, genç adam bunu tahayyül dahi edemiyordu. bir süre böyle durduktan sonra dizleri, ağırlığını daha fazla taşıyamadı, yere çöktü ve birkaç saat önce yedikleri enfes döneri, sevdiği insanın hayat sıvısıyla yıkanmış halının üzerine boşaltmaya başladı.

“şrakkk…”

ahmet başını sesin geldiği yöne, odanın camlarına yöneltti. bir tanesi parçalanmıştı şimdi ve biraz önce fark etmediği melun bir gölge, dışarıdaki yaşlı karanlığa karışmak üzere gerinip hızla camdan sokağa atıldığında sadece bakmakla yetindi.

~

şehr-i istanbul geceyle bir kez daha kucaklaştı, güneş yüzünü kendisinden her çektiğinde yaptığı gibi. gündüz yaşayanların görmedikleri, işitmedikleri ve fakat yalnızca, bazı geceler güvenli yataklarında, tatlı uykularına dalmadan bir an evvelinde yorganlarına sarınmış haldeyken “hissettikleri” “şeyler” aktı bitkin şehrin defalarca kanla yıkanmış sokaklarına.

karanlık bir kez anlaşmasını yapmıştı şehirle. bedelini birileri elbet ödeyecekti.

~

not: alacakaranlık düşleri'mden bir aşırmacaydı bu. yep.