Cuma, Haziran 30, 2006

Tut tut lan kaçıyo bırakmayın ibineyi!

Hele bi bismallah çekeyim. Ne kadar olmuş yazmayalı be? Öncelikle özür diliyorum hepinizden. Önce adsl kapandı(borcundan ötürü) sonra finaller başladı, ev taşıdım, yazokulu derken yazamadık işte...

2 gündür insan içine çıkmıyorum. Neden bilmiyorum ama görüşesim yok kimseyle. Evde de en teknolojik alet radyom... ilk başlarda canım baya bir sıkıldı. Sonra beş parasız ve sigarasız kalmamdan ötürü 3 saat yatakta boş boş tavanı izledim, deneyin çok zevkli!,. Sonra kendimi verdim kitaplara. Baktım bazı kitaplar gereksiz duruyor orda, yüklendim gittim 2. el kitapçıda sattım hepsini... Hah şimdi tam oldu işte. Bir saat drizzt dourden in hikayelerini okuyorum, bir saat emre kongar, bir saat ömer hayyamdan rubailer... E kafa karışıyor belli bir müddet sonra... 1.5 saat tavan izlerken ömer hayyam elminster'a bir çift rubai okuyor, bizim karaelf drizzt meğerse 3 yaşında alınıp devşirilmiş müslaman yapılmış fatih camiinde makamlı kamet getiriyor...

Lan harbi sıyırdım galiba. Şimdi hesapladım 41 saattir kimseyle görüşmemişim. Vay anasını bea! Düşündüm de bu terlik tam benlik beaa! Akıllara zarar gelmeden uzaklaşma vakti geldi sanırsam galiba! kendinize mukavva olun, sereserpe dolaşmayın üç harfli ırzınıza geçer...

Bahadır"17. yy harikası"Emirler

Perşembe, Haziran 29, 2006

8443

Hayat resmi bir geçit töreniydi bizim için:
İçinde şaklaban olduğumuz ama resmiyet barındıran
Bir kaç sambacı hariç uygun adım yürüdüğümüz
Müzik eşliğinde şen şakrak ama yorucu
Sokağın sonunda bitecek olan.

olcay

Cumartesi, Haziran 24, 2006

Sanal ortama aktarılan eski bir yazı

Ding ding...

İstiklal caddesinin emektar traleybüsü, tek notadan oluşan melodisiyle yolunun üzerinde ki adamı uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Hava kararmış ve hala evine gidecek olan birileri var. O yol her ne kadar başı boş dolaşanların, vitrinlere bakanların, nefes almaz bir süreklilikle telefonda konuşan hücresel şebeke müşterilerinin (bunlar ya sevgililerdir 3 dakikada hasretlik olan yada işadamlarıdır zamanın paraya eşit olduğunu savunan) kitap, müzik arayan gençlerin mekanıda olsa gün bitmiştir ve evde bekleyenlerin sabrında kaybedecek vakit kalmamaıştır.

Traleybüsün makinisti aklından geçen bu düşünceleri zarar vermeden bir kenara bırakır. Sıkıldığı başka bir zaman bulabilmek için daha kolay bir yere bırakır. Mesala bitmeyen bir günün akşam üstü zamanı.

Rayların üzerinden çekilmeyi akıl eden adam yanından geçen aracın içinde ki aceleci suratlara bakar. "Benim hiç acelem yok. Ne kadar şanslıyım?" der gibi süzer insanları. Gözlerinin o aceleci ifadeler arasında dolaştığı sırada, onlar bir deryaya dalarlar. Kim mi onlar? Onlar adamın en temiz duygularıdır, sn zamanlarda pek kullanmadığı duyguları. Şimdi çırıl çıplak soyunmuş yüzüyorlar denizde. Sonuçta en temiz duygular onlar giyinikte olsalar, mahremliğin bütün noktalarını sergiliyorda olsalar hiç biri diğeri için kötü bir fikre kapılmaz. Artık çıkma vakitleri geldi. Çünkü deniz bir yerlere gidiyor, uzaklaşıyor.

Ding ding...

Emektar imalı bir şekilde "Yoldan çekildiğin için teşekkürler." diyor ve yoluna devam ediyor. Bugün için atılması gerekn bir kaç tur daha var. Traleybüs gidiyor, içinde ki kız gidiyor, aceleci suratlar gidiyor, derya gidiyor, kızın gözlerinde ki deniz gidiyor. Adam gidenlerin arkasından bakıyor. En temiz duygular aceleyle çıktıklarından kurulanamıyorlar ve geri dönerken hala ıslaklar. Adamın gözlerin de biraz nem oluşturuyorlar. Ağlıyor. Az önce gelenler şimdi gidiyorlar.

Olcay "gelgit" Bayram

Cuma, Haziran 23, 2006

BULAMAÇ

Bu masalın bir orospuya ihtiyacı var çünkü orospudur bir masalın en güzel yerinde soyunan.yoksa evinde oturan kızın ne işi var.Dili nekadar uzar ki di'li geçmiş zamanın.Dilinden kan damlarken Azrail'in birkaçınız içimdeydiniz,diğerleriniz beynimde.Çocuk yapmak isteyenlere tavsiyemdir,güvenmeyin hiç bir sperme;çünkü sperm geldiği yer itibariyle taşak geçmekte hepimizle...

Tanrım Zalim Yapmış Sevdiklerimi

Ön sevişme ya da yön değiştirme.Çıktığı günden beri sakalları aynı yönde uzayanerkeklere ihtiyacım var benim.Sonsuza kadar açılmışaralıklara tek sıra olmuş kurbağalar ya da tavşanlar...Hayvan mezarlığına giden yoğun sigara dumanlı bir yolun girişini kaçırmışım;ama en ufak bir kaygım yok ,çünkü yol gösteren çok bana.

Her türlü salgın hastalığın tok gezdiğibir lunaparktan geliyorum.Ver kurtul diye öğrettiler bana,ama anladım ki o yaşı çoktan geçmişim.Tavla zarı yada kızlık zarı önemli değil,ikisini de kaybettim bir kaza sonucu .Şimdi soruyorum içimizden birine nick'im ne olsun MSN de?

fulyy'yüxexes dergisi ŞULE ER(alıntı)'guler

Salı, Haziran 20, 2006

össciler

Sınavdan çıkmışım moral yerinde. Taksim'de dolmuş bekliyorum, dolmuştan tikky (neyse artık) diye tabir edilen bir çift indi. Yaşları yakındı benimkilere, yani normal şartlar altında onların da girmesi gerekirdi össye ama baba parasının çelik duvar ördüğü zırhları sınava girmelerine müsade etmemişti heralde. Bayan olanının "ne bu kalabalık yaaa" demesi üzerine, erkek olanı büyük bir tebessümle "össciler bunlar" demişti. Sınavdan taze çıkmış olmamın da etkisiyle bu yorum, beni uzun uzun düşünmeye sevk etti. "Össciler" diyerek sırıtması ve bunu söyledikten sonra da dişi olanının gülmesi beni sarsmıştı açıkçası. Ben 2 yılımı 3 saat içinde ufak kutucuklara doldurmuşum, ömrümün nice 2 yıllarını düşünerek, o ise eğlenmesine bakıyor. "Paraları var ama mutsuzlar be abi" diyerek kendimizi avutmamıza gerek yok. Mutlular, çok....

Doğa "Yorgun" Genç

Pazar, Haziran 04, 2006

Cumartesi, Haziran 03, 2006

Dalak

Gökkubbede ki o devasa sarı toptan geldiğini düşündüğüm ısı, cildimin üzerinde ki son ter damlasını da kurutmaya başladığı anla yolun ortasın da ki kızı görmem aynı ana denk gelmişti. O kıza ulaşmam gerektiğini düşünüyordum. Yoldan hiç bir araç geçmiyordu. Nerede olduğumu bilmiyordum ama burası bir otobandı. Hangi ülkede olursanız olun otobanlar süratli arabaların mekanıdır. Geniş yol ayaklarımın altında bitmeyecekmiş gibi geliyordu, yürüyordum. Ne zaman koşmaya karar verdim hatırlamıyorum. Yolun ortasına vardığımda uzunca bir süre koşmuş ve yorulmuştum.

Burada hiç kimse yoktu. Tam tersine var olmayan arabalar bir anda otaya çıkmıştı. Ben yolun ortasında kala kalmıştım. Arabalar çok hızlı geçiyorlardı. Yol boyunca yürümeye karar kıldım ama hangi tarafa yürüyeceğimi bilmiyordum. Hislerim sahil tarafına yürü diyordu ama deniz gözükmüyordu. Motor seslerini kafamdan atıp, martı seslerini duymaya çalıştım. Duyamıyordum. Peki ya denizin kokusu yok mudur? Burnumun içi egzost gazları ile yanmaya başlayana kadar derin derin çekmeye çalıştım etrafta ki kokuları. Farklı bir koku alamamıştım. İki yönün de bir birinin aynı olduğunu düşünüp, yürümeye başladım.

Günlerce yürüdüm. Burada ne uyuyabiliyordum ne de buradan çıkabiliyordum. Çok uzun bir koridoru olan tek kişilik hapishaneydi burası benim için. Araçların içinde ki insanlar beni fark etmiyorlardı ya da önemsemiyorlardı. Bense onları göremiyordum. Bütün camlar siyahtı. BU yolun biteceğini biliyordum ama en azından birazcık daralmasını bekliyordum. Daraldığı anda kendimi yola atacaktım. Hiç daralmadan ilerleyen yol bi anda bitti. Taşıtlar yok olmuştu. Asfalt bir çizgi şeklinde bitiyordu, gerisi topraktı ve yol yoktu. Ben yoldan kurtulmamın sevinciyle hoplayıp zıplayarak toprağa doğru koşarken, bulunduğum yerin bitmemiş bir köprü olduğunu fark etmemişim. Tek bir adımla geri dönüşü olmayan bir hata yapmıştım.

Bir şeylere tutnmak için çabalayan ellerim can havliyle küçük bir kuşa çarptı, düşüyordum. Ben ölecektim, hiç bi umudum yoktu ama yine de kurtulma arzusuyla bir canlıya zarar vermiştim. Benle birlikte kuşta düşüyordu. Kuşa uzanmaya çalıştım. Kuşu elime aldım. Bunu nasıl yaptığımı kavramayamadım. Havada süzülüyordum. Kuşu kurtarmaya çalışırken umayı öğrenmiştim. Küçük kuş, elimde pır pır ederken canlandı ve uçmaya başladı. Onunla birlikte bende uçuyordum. Bir süre kuşu takip ettim. Sonra bulutları gözüme kestirdim. Acaba bulutlara kadar yükselebilir miydim? Evet. Önce pamuk gibi beyaz içinden geçince biraz ürperdiğim bir kaç bulutu geçtim. Biraz daha yükselince elbiselerimi ıslatan ve beni titreten koyu gri renkli bir bulutun içinde süzüldüm. İçimde ki merak duygusu hiç kaybolmayacak gibiydi. Daha yukarıda ne var? Bomboş. Sarı renkli devasa top yukarıda ama önce ki gibi ısıtmıyor. Üşümeye başlamıştım ve yoruluyordum. Daha fazla yükselmeden aşağı inmem gerektiğini düşündüm.

Yer yüzüne ulaştığımda tam sağ tarafımda bir bomba patladı. Bi anlık bütün sesler kesildi. Hayatın sesi kısıldı. Görüntüler akmaya devam ediyordu. Bir kaç saniye ve sesle görüntü uyumu yakalandı. Bir savaşın ortasındaydım. İki tarafta yeşil ve kahverengiden oluşan kıyafetler giyiyordu sanki tek bir taraf varmış gibi. Kim kimi vuracağını nereden biliyordu? Kısa bir süre beni sağır eden patlama vucüduma hiç bir hasar vermemişti. Yakınıma iki üç tane daha bomba düştü ve sadece saçtıkları topraklar saçlarımda toplanıyordu. Bana başka bir etkileri yoktu. Yine de uçarak buradan kurtulmayı düşündüm. Patlamalar belki de hayali kanatlarıma zarar vermiş olacaklar, uçamıyordum. Yere yattım gözlerimi kapattım başladığım yere geri dönmüştüm.

Uzun koridorlu hapishaneydim ama farklı bir açıdan görüyordum bu hapishaneyi. Otobandan geçen bir otobüsün içindeydim. Otobüsle Edirne'ye çok fazla gittiğimden, aynı yere gittiğimi düşündüm. Sonra bir tünele girdik galiba etraf karardı. Aydınlandığında başımda tanımadığım insanlar "Olcay, Olcay!" diye sesleniyordu. En son nerede olduğumu hatırlamaya çalıştım. Otobüsteydim sonra ne oldu? Hayır, otobüste değildim. En son hastanede kan veriyordum. Kan verirken bayılmışım ve gözlerimin kararmasının ardından beynimde bunları yaşamıştım.

Bir süre dinlendikten sonra normal hayatıma geri döndüm. Cesaretim olsa hekime "Bir daha yapabilir miyiz?" diyecektim.

olcay "uçan" bayram

Cuma, Haziran 02, 2006

Ömer gaza gelmiş!

efendim, sevdiğimiz kişilik, gönül adamı, elektromanyetik kimse, osurtan bünye ve güzel insan ömer "hansolo" kalkanlı bir başka kayıtla blogımıza bombamsı bir şekilde düştü!

aha da "selvi boylum al yazmalım"[elektro gitar şeysi]

Kahve Falları ve Edirne Sabahları

Trakya Üniversitesi'nin bahar şenlikleri haftasındayız. Etkinlik olarak bir kahve firması gelmiş, hakiki türk kahvesi dağıtıyordu. İçtik kahvelerimizi, sonra arkadaşlardan biri kahve falı bakabileceğini söyledi. Aslında inanmam ama insanlar baktırırken bende de bir istek doğdu ve bende baktırdım. Falımda çıkan yollar, 3 gün sonra tekrar kahve falı baktırdığım da tekrar çıkmışlardı. Daha önce de tarot falı baktırmıştım. Tarot falında çıkanlar henüz gerçekleşmedi. Kahve falında çıkanlar da gerçekleşmedi ama iki ayrı yer, zaman ve kişi tarafından aynı geleceğin görülmesi insanın heyecana kapılmasını sağlıyor.

Edirne sabahları konusuna geçersek; Cumartesi gecesi hiç uyumadım, pazar sabahı 5 civarı yattım 12'de kalktım. Pazar gecesi de 24 civarı yattım ve 5'de kalktım. Düzensiz uyku dedikleri bu olsa gerek. Aslında düzensizliğin de kendi içinde bir düzeni vardır. Finaller yaklaşıyor. Uyku artık benim için gerekli bir şey değil, daha çok bir sorun olacak. Macaristan hala kesinleşmedi. :(

"Hayat, kısa filmlerle dolu bir kazan." Olcay Bayram. (blog özlü sözleri) Gözüm her an, her yer de bir kısa film arıyor yada kısa film beni buluyor. İki üç gün önce gittiğim bir resim sergisinde. Sergide görevli olan eski kız arkadaşına hediye getiren piskopat mesala. Adam o kadar kişiden beni buldu. Geldi yanıma derdini anlattı. Kızı görünce biraz hırladı. Ben de tırsmama rağmen senaryonun sonunu görmek için sürekli onu izledim. En son baktığımda genç adam yeni birini ağına düşürmüş onunla konuşuyordu. Olay yerinden uzaklaştık tabi ki. Şu anda aklıma kendi düşündüğüm senaryolar gelmiyor. Benim düşüncelerim daha çok şu ayrıntıyıda film içinde kullanırım şeklinde. Mesala her yeni sevgilisine, önce ki sevgilisinden aldığı bir şeyi veren genç. Buna örnek önce ki sevgilisinden aldığı bir saat olabilir, yada sevgilisinin evinden aldığı basit bir kolanyalı mendil olabilir. Bunları yeni sevgilisine vermesi, çocukta her seferinde eskisinden bir şeyler aktarmak gibi bir piskoloji yaratıyor olabilir. Bazen de aklıma çekim açıları gelir. Hayatı açılar şeklinde görürüm.

Öf çok fazla birinci tekil şahıs kullandım. Biraz da şu yurdun bahçesinde ki köpekten bahsedeyim. Yurt bahçesinde yağmurlu bir günün sabahında 9 yavru dünyaya getirdi pasaklı siyah köpek. Öğrenciler hemen derme çatma bir barınak hazırladı ona. Sonra görevliler devreye girerek, eski bir buzdoladını onlara yuva yaptı. Şimdi bizim bloğun arka tarafında ki bir çalının içinde yaşıyorlar. Yavrulardan 8'i hayatta kaldı. İki tanesi kahverengi beyaz, bir tanesi tümüyle kahverengi ve diğerleri simsiyah. İnsanlar yiyecek, içecek getiriyor. Tabi ki bu hayvan sevgisiyle dolu insanlar daha çok bayan oluyor. Erkekler de köpeklerin yanında bir bayan gördükleri takdirde, köpekleri sevme numarasıyla onlara yaklaşıyorlar. Kızlar hem köpekleri besliyor, hem seviyor, hem de köpeklerin başkaları tarafından sevilmelerini sağlıyorlar. Kızlar gelince erkekler geliyor, kızlar gidince erkekler gidiyor. Kızlar gittikten sonra kalalım biraz daha sevelim diyenini görmedim. Hayat böyle işte. Önemli olan sevmek değil. Ben köpeklere hiç dokunmadım bundan da gurur duyuyorum.

olcay "her havuzun dibi aynıdır" bayram